Kitap Yunus Emre ve Mukaddes Görevi
Yazar Yaman Arıkan
Yayınevi Uyanış yayınevi
Kağıt - Cilt 2.Hamur kağıt, Karton kapak cilt
Sayfa - Ebat 600 sayfa, 12x18 cm
Yayın Yılı 2017
Uyanış Yayınları Yunus Emre ve Mukaddes Görevi kitabını incelemektesiniz.
Yaman Arıkan Yunus Emre ve Mukaddes Görevi hakkında yorumları oku yup kitabın konusu, özeti, fiyatı, satış şartları hakkında bilgiyi geniş bir şekilde edinebilirsiniz.
Yaratan Rabbinin adıyla oku . O, insanı " alak " dan yarattı. Oku, Senin Rabbin en cömert olandır. Alak 1-2
SUNU
Değerli okuyucularımız!
Gördüğünüz gibi, eserimiz, Yunus Emre ve Mukaddes Görevi adını taşımakdadır. Sizler Türkmen Evliyâsı Yûnus'un mukaddes bir görevle görevli bulunduğunu belki de ilk defa duyuyorsunuz. Gerçekden, onun uhdesinde, kendisine ilâhî irâdece tevdî' edilmiş mukaddes bir görev bulunmakdaydı. O, bu görevi başarı ile yerine getirdi. Okuyucularımız, eserimizin sayfaları arasında ilerledikçe, hem Türkmen evliyasının mukaddes görevinin ne olduğunu, hem de o görevi büyük bir başarı ile nasıl yerine getirdiğini göreceklerdir. Bu "mukaddes görev" ifâdesini daha başda biraz açmamız faydalı olacakdır. Ancak, önce; Türkçe'miz, millî kültürümüz, millî varlık ve bekamız, ilim - fikir hayâtımız ve gelecek nesillerimiz düşünülüp göz önüne getirildiğinde ortaya çıkan çok mühim ve hayâtî bir husûsu belirtmemiz de yerinde olacakdır:
Dilimiz Türkçe, Türk Milleti olarak bizim millî varlık ve bekamızın bir numaralı temel taşı ve temel direğidir. Öyle ki, o yoksa ortada Türk Milleti de yok demekdir. Bu sebeple; ona gözümüz gibi bakmamız, her türlü tecâvüz -taarruz ve kirletilmekden korumamız; onun asliyetini, sâfiyetini ve güzelliğini bozan bozguncuların önünü kesmemiz gerekmekdedir.
Güzel Türkçemiz, nice zamandır, dilimizin mû-sikîli - ahenkli o eşsiz ve hârika güzelliğini tadamayan câhil, zevksiz ve aynı zamanda bilgiçlik ve ilericilik budalası bir kısım kişiler tarafından kir-letilmekdedir. Bu kirletilme, iki yoldan yapılmak-dadır:
- Yeryüzündeki bütün Türklerin asırlarca kullandığı ve hâlen kullanmakda olduğu bâzı kelimeleri kaldırıp atarak, onların yerine, nevzûhur bir takım kelimeler koymak sûretiyle,
- Yine, Türkçe'mizin güzelim bir kısım kelimelerini kaldırıp atarak, onların yerine, emperyalist - sömürgeci haçlıların dillerinden peydahlanan kelimeler yerleşdirmek sûretiyle.
Evet, Türkçe'miz, nice zamandır, onun o mû-sikîli - âhenkli eşsiz güzelliğini tadamayan bâzı kişilerce, bu iki yoldan kirletilmekdedir. Ülkede, bu kirletilmeye karşı çıkan bir tek kişinin bile bulanmayışı ise, üzücü olmakdan öteye, kahredici bir durumdur. Bu kirletilme işinin bir vâkıa, bir gerçek olduğunu bir - iki misâlle müşahhas ve canlı olarak görelim:
Meselâ şu hayât kelimesini ele alalım. Asırlardır şarkılara, türkülere, şiirlere, ilim-fikir eserlerine giren; yeryüzündeki bütün Türk topluluklarının günlük konuşmalarında yer alan; günümüzde de, Kaşgar ile Adriyatik sâhilleri arasında yaşayan topyekûn Türklerce hâlen kullanılmak-da olan bu hayât, hangi soysuzun neresine batdı da, onu kaldırıp atarak yerine zevksizlik timsâli, üstelik, hoş olmayan bâzı çağrışımları da içeren yaşam kelimesini kullanır oldu? Şimdi, hayât yerine yaşam demekle, dilimiz bir şey mi kazandı? Fikir ve kültür hayâtımız bir şey mi kazandı? Yeni nesiller ilim, fikir, millî kültür, millî rûh ve millî şuûr zaviyesinden bir şeyler mi kazandı? Bu husûslarda, dilimiz de, kültürümüz de, yeni nesillerimiz de, ... hiç bir şey kazanmadı. Aksine, bilhâssa yeni nesiller çok şey kaybetdi. Zirâ artık o, en az bin senelik "hayâtını bilmiyor. Şarkıların, türkülerin, şiirlerin, ilim - fikir eserlerinin, sanat eserlerinin, millî kültür eserlerinin, nutukların, hitabelerin, atasözlerinin, vecizelerin,... "hayâfını bilmiyor. Bu yüzden meselâ, Atatürk'ün Hayâtda en hakîkî mürşid ilimdir'' vecizesini okuduğu zaman babasına soracak:
- Baba hayât ne demek? Babası da cevap verecek:
- Yaşam demek oğlum!..
Muhtemelen, o anda bu kelime, çocuğun zihninde, hiç de hoş olmayan bâzı çağrışımlara da sebep olacak. Fakat o, edep ve hayâsı sebebiyle, zihninde o kelimenin meydana getirdiği çağrışım
ların açıklığa kavuşdurulması husûsunda soru soramayacak!..
Yine, meselâ şu nesil ve eser kelimelerini ele alalım. Tıpkı hayât gibi; şarkılarımızda, türkülerimizde, şiirlerimizde, ilim - fikir ve sanat eserlerimizde, nutuklarımızda, hıtâbelerimizde, atasöz-lerimizde, vecizelerimizde, günlük konuşmalarımızda,... asırlarca kullanılmış ve Türkçe'nin malı olmuş ve hâlen de kullanılmakda olan bu güzel iki kelime kimin, hangi zübbenin neresine batdı da, onları kaldırıp atarak, yerlerine kuşak ve yapıt kelimelerini kondurdu? Şimdi, nesil yerine kuşak, eser yerine yapıt demekle Türkçe'miz bir şey mi kazandı? Fikir, sanat ve kültür hayâtımız bir şey mi kazandı? Yeni nesiller ilim, fikir, sanat, millî kültür, millî rûh ve millî şuûr bahislerinde bir şeyler mi kazandı? Bil'akis, ne Türkçe'miz bir şey kazandı; ne ilim, fikir ve sanat hayâtımız bir şey kazandı, ne kültür hayâtımız bir şey kazandı, ne de yeni nesiller millî kültür, millî rûh ve millî şuûr bahislerinde bir şeyler kazandı. Üstelik yeni nesiller, en az bin senelik bir zaman dilimi içindeki "neslTni ve "eser"ini tanıyıp bilmekden mahrum kaldı. Bu yüzden, bugünün ve yarının Türk çocukları, meselâ Atatürk'ün, "Muallimler! Yeni nesiller sizin eseriniz olacakdır!.."vecizesini gördükleri zaman soracaklar:
- Baba nesil ne demek?
Babaları da cevap verecek:
Kendisini tatmin etmeyen bu cevap karşısında çocuk yine soracak:
- Baba ebemin kuşağı mı, yoksa dedemin kuşağı mı?
Çocuklar yine soracaklar:
- Baba eser ne demek? Babaları da cevap verecek:
Fakat cevapdan tatmîn olmayan ve biraz daha açıklama bekleyen çocuk, muhtemelen şöyle diyecek:
- Baba, ağzından "pıt" der gibi bir şey çıkdı, amma, tam anlayamadım. Bu dediğin çapıt(ça-put) gibi bir şey mi yoksa?..
Değerli okuyucularımız, bu yolla Türkçe'mizin nasıl kirletildiğine dâir onlarca hattâ yüzlerce örnek gösterebiliriz. Fakat eserimizin esas konusu bu husûs değildir. Bununla berâber, verdiğimiz çarpıcı ve müşahhas iki örnek, meselenin üzerine hepimizin ciddiyet, titizlik ve hassâsiyetle eğilmemiz gerekdiğini anlatmağa kâfidir sanırım...
Güzel Türkçe'miz, bir de, hiç bir sebep yokken, dilimizin asırlarca yerleşmiş güzelim bir kısım kelimelerini kaldırıp atarak, onların yerine, emperyalist - sömürgeci haçlıların dillerinden peydahlanan kelimeler yerleşdirmek sûretiyle kirle-tilmekdedir.
Birkaç örnek verelim: Türkçe'mizde, meselâ ayrıntı, teferruât,
tafsilat,., gibi, yerleşmiş ve asırlarca kullanılmış ve hâlen de kullanılmakda olan zevkli kelimeler vardır. Hâl böyle iken, son senelerde, entel - dantel ve züppe takımı bazı kişiler, dilimizin bu güzelim kelimelerini kaldırıp atarak, onların yerine firenkçeden peydahladıkları detay(detail) kelimesini kullanır olmuşlardır...
Yine dilimizde, meselâ uzlaşma, anlaşma, mutabakat, fikir birliği, görüş birliği,., gibi güzelim Türkçe kelimeler varken, yine aynı entel -dantel ve züppe takımınca, o güzelim kelimeler kaldırılıp atılmış, onların yerine, sömürgeci -haçlının dilinden peydahlanan konsensusfcon-sensus) kelimesi kullanılır olmuşdur.
Yine Türkçe'mizde, meselâ tahrik, tahrikçi, tahrikçilik, tahrik etmek; kışkırtma, kışkırtıcı, kışkırtıcılık, kışkırtmak,... gibi pek çok kelime varken; dilimizin zevkini tadamamış, câhil, gösterişçi ve bilgiçlik budalası o entel - dantel ve züppe gürûh, o güzelim kelimeleri kaldırıp atarak, onların yerine, firenkçeden peydahladığı provokasyon, provoke, provokatör,... gibi çirkinlik hattâ iğrençlik timsâli gudûbet kelimeleri oturtup kullanır olmuşdur.
Bugün, güzel Türkçe'mizi kirleten gerek nevzuhûr, gerekse firenkçeden peydahlı gudûbet (=çirkin, sevimsiz) kelime ve ifâdeler, üçlerle beşlerle, onlarla değil, yüzlerle ifâde edilecek kadar çokdur. Unutulmaması ve üzerinde has-sâsiyetle durulması gereken bir husûs da, Türkçe'mizin kelime hazînesinin fakirleşdiriliyor olmasıdır. Meselâ, yine firenkçeden yâni gâvurcadan peydahlanan ve gudûbetlik (=çirkinlik -sevimsizlik) timsâli olan bir pardon kelimesi vardır. Bu kelimenin, Türkçe'mizin güzelim pek çok kelime ve ifâdesini dilimizden kovduğunu ve hepsinin yerini kendisinin aldığını biliyor muydunuz? Artık; afedersiniz yerine pardon dendiğini; özür dilerim yerine pardon dendiğini; lütfen yerine pardon dendiğini; hattâ anlamadığınız bir sözünü tekrarlatmak istediğinizde anlayamadım veya tekrarlar mısınız yerine pardon dendiğini,... biliyor muydunuz? Evet, günümüzün; dilini bilmez, târihini bilmez, töresini bilmez Türk'ü afedersiniz demesi gereken yerde pardon diyor, özür dilerim demesi gereken yerde pardon diyor, lütfen demesi gereken yerde pardon diyor, anlayamadığı bir sözünü tekrârlatmak için muhâta-bına, tekrârlar mısınız veya anlayamadım demesi gerekirken pardon diyor. Hâlbuki afetmek ayrı şey, özür dilemek ayrı şey, ricâ etmek yâni lütfen demek ayn şey, anlaşılmayan bir husûsu muhâtabına tekrâr etdirmek ise tamâmen ayrı bir şey. Fakat cehâletin, bilgisizliğin, duygusuzluğun ve millî şuûr yoksunluğunun gayyâsında yüzen günümüzün Türk'ü, bütün bu ayrı ayrı mefhûmları, gâvurun sevimsizlik ve çirkinlik timsâli tek
kelimesiyle ifâde ediyor ve kafanıza balyozla güm güm vururcasına pardon, pardon, pardon,... deyip duruyor.
Başda ifâde etdiğimiz gibi, dilimizin zevkine eremeyen entel - dantel ve de züppe bir gürûh, kâh îcâd etdiği nevzuhûr bir takım kelimelerle, kâh firenkçeden peydahladığı çirkinlik ve sevimsizlik timsâli kelimelerle dilimizi habıre kirlet-mekde; ta'bir câizse, âb-ı hayât kuyumuz güzel Türkçe'mize taşlar ve molozlar atmakdadır. Ancak, delinin kuyuya taş atması misâlinde olduğu gibi, ab-ı hayât kuyumuza atılan bu taş ve molozları çıkarma gayreti içinde, vazgeçdik kırk kişiden, ortalarda tek bir kişi bile gözükmemek-dedir. Aksine; aydın taslağı, münevver taslağı yâni sahte aydın ve sahte münevver (entel) züppe güruhun dilimize sokuşturduğu o gudûbetlik (=çirkinlik - sevimsizlik) timsâli kelimeleri, herkes hemen benimsemekde ve kullanmakdadır. Bu durum, topyekûn insanlarımızın debâğatçının gelini durumuna düşmüş olmasıyla îzâh edilebilir. Bu debâğatçının gelini hikâyesini hep berâberce hatırlayalım:
Okuyucularımızın da bilmiş olacakları gibi de-bâğatçılık yâni ham derilerin işlenmesi ameliyesi, henüz büyük çapda sanâyîleşmediği ve büyük atelye ve fabrikaların kurulmadığı devirlerde, küçük çapda ve şahıslar tarafından münferiden yapılıyordu. Sepici{=debâğatçı, derici, tabakçı), evinin bitişiğinde veya küçük dükkânında bir odayı tabakhâne (=debâğathâne, deri işleme yeri, deri işleme mahalli) olarak kullanıyordu. Tabiî, eve bitişik veya çok yakın olan bu yerlerde işlenen ham derilerin hoş olmayan kokularından, hemen bitişiğindeki ev de nasibini alıyordu. İşte, bir ara, kızcağızın biri, uzak mahalden bu debâğatçının evine gelin gelir. Bir koku, bir koku! Pek huzûr-suz olur. Aradan epeyi zaman geçdikden sonra, bir gün, kaçınılmaz gelin - kaynana kavgalarından biri vuku bulur. Bu sırada, kızcağız, kaynanasına bir ara şöyle der:
- Benim kadrimi bilseniz!.. Geldiğimde evinizde pis kokulardan durulmuyordu. Ben geldikden sonra evinizden o kokular bile gitdi...
Aslında kokuların gitdiği falan yok. Pis kokular aynen yerinde. Fakat uzun müddet orada durunca, kızcağızın bumu pis kokulara karşı muâfiyet - bağışıklık kazanmış ve onları duymaz - hissetmez olmuşdur.
Değerli okuyucularım! Bir milletin, kendi millî değerlerinden habersiz, millî kültür fukarâsı, millî rûh ve millî şuûr yoksunu, kısacası kendi millî kişilik ve kimliğini bilmeyen fertleri de işte bu debâğatçının gelini durumuna düşerler. Millî kültürleri, gelenekleri, görenekleri, töreleri, millî örf ve âdetleri, millî varlık ve bekalarının bir numaralı temel direği olan dilleri, hattâ dinleri,... şu veya bu şekilde, şu veya bu kişiler tarafından kirletilir, darbelenir.
Fakat
onlar, bunun farkına varmazlar. Bugün, tıpkı dilimiz gibi, dînimiz de kirletilmiş durumdadır, kirletilmekdedir. Öyle ki, dîn; rûhsuz, aşksız, şevksiz, heyecansız, sırf bedenî disiplin ve hareketlere bağlı bir takım uygulamalardan ibaret duruma düşürülmüşdür. Bu sebeple; dîne bakışımız, dîn anlayışımız ve dîn hayâtımız A'dan Z'ye düzeltilmeğe muhtâçdır...
Kendilerini aydın - münevver sanan, gerçekde ise sahte aydın veya sahte münevver yâni aydın taslağı veya münevver taslağı olan bir kısım züppelerin, kâh nevzuhûr kelimeler uydurmalarının, kâh firenkçeden gudûbetlik timsâli kelimeler peydahlamalarının altında yatan sebebe gelince, bu, insanoğlunun fıtratında var olan bir duygudan kaynaklanmakdadır.
Şöyle ki;
- Her insanın fıtrat (=yaratılış)'mda, hârice yâni başkalarına karşı kendini ısbât etme duygusu vardır. Yaşı - başı, mesleği, işi - gücü, içtimâi seviyesi, bilgisi, kültürü, irfanı,... ne olursa olsun, her insan, bir şekilde, başkaları karşısında kendini ısbâtlamak, böylece, rûhen tatmine kavuşmak ister. Bu sebeple, meselâ hakîkî ilim ve fikir adamları, hakîkaten ilim ve fikir üreterek kendilerini ısbâtlarlar ve rûhî - derûnî tatmine kavuşurlar. Kendilerini aydın - münevver sanan; gerçekde aydın - münevver taslağı câhil, bilgiçlik budalası entel - züppe takımı ise ilim üretemez, fikir üretemez. Fakat içinde var olan o duygu sebebiyle, kendini bir şekilde ısbât etmek ve rûhî derûnî tatmine kavuşmak zorundâdır. İşte o da bunu, dilde nevzuhûr bir takım kelimeler îcâd etmek veya gâvurun dilinden peydahladığı çirkinlik hattâ iğrençlik timsâli bir kısım kelimeleri Türkçe'mize sokuşdurmak sûretiyle yapmakdadır. Bu hareketiyle o, tıpkı, pâdişahlığını ısbât etmek için babasmı asan çingeneye benzemekdedir. Çingenenin yegâne gâyesi, pâdişahlığını yâni kendini ısbât etmekdir. Asılanın, ma'sum ve babası olması ise onun umûrunda değildir. Aynen bunun gibi; câhil, bilgiçlik budalası, sahte aydın ve entel-dantel takımının yegâne gâyesi de kendini ısbât etmek, böylece rûhî-derûnî tatmine kavuşmakdır. Mûsikîli-âhenkli güzel Türkçe'mizin kirletilmesi ise onun hiç de umûrunda değildir...